Sinefil'de Yeşim Burul ve Melis Behlil, Ümit Kıvanç'la Hrant Dink'i anlatan son belgeseli "Hafıza Yetersiz" üzerine konuştu.
Yeşim Burul: Bu haftaki konuğumuz Ümit Kıvanç bizlerle birlikte, “Hafıza Yetersiz” filmi bu hafta sonu seyircileriyle buluşuyor. Hafta içerisinde ilk gösterimi yapıldı. Hoş geldiniz.
Ümit Kıvanç: Hoş bulduk.
Melis Behlil: Evet, önümüzdeki hafta Hrant Dink'in, dediğimiz gibi, öldürülüşünün on beşinci yılı. Geçtiğimiz hafta çarşamba günü Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği bir gösterimle salonda gösterildi. Artık öyle de bir şey ya, seyirciyle buluşma dediğimizde farklı yöntemler var.
Biraz filmin kendisinden bahsedelim; fikrin nereden çıktığından, projenin nasıl geliştiğinden. Belgesel dili olarak da alıştığımızdan biraz daha farklı ya da sizin bu konuda yaptığınız daha önceki filmden de farklı olarak bir şeyler deniyorsunuz, onları da biraz konuşmak isteriz sonrasında. Öncelikle, niye şimdi ve nereden başladı proje, onunla başlayalım.
ÜK: Evet, filmin estetiği, tekniğiyle ilgili filan konuşursak sevinirim, onu baştan söyleyeyim. Çünkü bu belgesel sinema çok haksızlığa uğrayan bir alan ya, yani televizyonda “Bilmem kim neyin belgeselini yaptı” falan diye, insanlar o haber programlarını belgesel diye düşünüyor. Ya da onun ötesinde sadece hayvan belgeseli biliniyor. Hâlâ biz onun mücadelesini veriyoruz. Hani bunun aynı zamanda bir sinema olduğuna gönderme yapacak bir konuşma çok hoşuma gider doğrusu.
Filmin fikrini kısaca özetlemem gerekirse… Hrant aslında yazmaktan çok konuşan bir insandı. O heybetli gövdesi, kalkan inen kaşları, açılan gözleri, ses tonu, şivesi… Bütün her şeyiyle çok ilginç bir etki odağıydı. Yani konuştuğu zaman dinlemeyecek kimse olamazdı. Herkes kulak veriyordu. Bir yere gittiği zaman, hani birileriyle el sıkışmadan, öpüşmeden çıkması mümkün değildi filan. Böyle bir insandı ve biz de açıkçası çok seneler önce hani yazılarını derledik kitap oldu, bilmem ne oldu ama esasında insanların bu adamın konuşmalarını duyması lazım. Yani nasıl konuştuğunu duyması lazım. Esas etkili olan o. Böyle bir şey yapabilsek diye konuşmuştuk Delal ve Arat'la, yani onun çocuklarıyla. Malzemeyi de hemen toparladık, çünkü zaten bu 19 Ocak’lar, şu bu, Vakıf bir yandan, ben bir yandan… Zaten böyle malzeme toparlıyorduk hep. O çok zor olmadı açıkçası. Yardımcı da oldu insanlar. Beklenmedik televizyon kanallarından bile yardımcı oldular. Yani bulduk. O zaman tabii şartlar da farklıydı. Vakıftan da bir arkadaşımız, Noray, onları işte bir şekilde bir araya getirdi -Murat'la birlikte sanıyorum- ve bunları bana verdiler. Şimdi ben bunları aldım. Yani haftalarca, aylarca süren bir iş bu. Haftalarca, aylarca Hrant da dinleyeceğim… Ve ben bunu yapamayacağıma karar verdim. Yani dedim, yapacağım ben bunu. Ölmeden mutlaka bunu yapacağım, ama şu anda yapamam. Böylece bu bekledi, bekledi, bekledi, en son, salgın zamanı böyle daha bir izole olduk ki -özellikle işin başında- hani böyle şey, sanki cepheye gider gibi markete gidiyoruz, böyle düşmana görünmeden alışveriş yapıp eve dönüyoruz… Ve o zamanlarda falan böyle bir yandan da memleketin geldiği hâl biraz açıkçası bende şöyle bir ruh hali yarattı; “Ya ne olacaksa olsun artık. Tamam yani.” Buna katkıda bulunan başka şeyler de var tabii ki. Bizim hani muhalif kesimimizin de çok moral bozucu bir yapısı var genel olarak. İşte benim gibi çeşitli tavırlar almış insanların uğradığı muamele çok kötü. Bir de şimdi bunun üzerine bir de bu yaş şeyi eklendi, böyle yaşlı nefreti gibi bir şey. İşte “Bunlar ölse de rahat etsek” falan gibi, insanlar çok rahat tweet atıyor. E yani böyle, hani “artık tamam, ne olacaksa olsun” falan gibi bir hava da geldi, açıkçası bir cesaret de geldi. Hani bu seneler geçtikten sonra ben de dedim “Artık bunu yapmaya girişeyim.” Yani bunu geri planda anlatmam gerekirdi, niye bugün bu film ortaya çıktı diye.
MB: Pandeminin vesile olduğu işlerden.
ÜK: Evet, aslında bu anlamda çok hayırlı sonuçlara yol açtı salgın, izolasyon. Birçok insan birçok şey üretti yani. Belki normal zamanda olsa o kadar kolay olmayabilirdi. Filmin yapısıyla ilgili de şöyle bir şey var; daha baştan, daha biz ilk konuşurken “Bu başka bir şey olsun” filan gibi bir şey, fikir vardı zaten. İşte ben de kendimce şöyle bir şey yapmaya çalıştım, yani lafların üstünde aslında birçok yerde çok alakasız görüntüler var. Alakasız derken, o görüntü bambaşka bir niyetle, bambaşka zamanda çekilmiş, hiç böyle bir işte kullanılacağı da düşünülmemiş ama şimdi onun bir lafının üstünde kullanılıyor. Ya da işte birtakım konu, o anda söylenenlerin ruhuna uygun olduğunu sandığım -umduğum diyeyim- birtakım efektlerle falan bir şeyler yaratmaya çalıştım. Filmin renk yapısı işte ona göre oldu. Yani hani sanki o sözlere biraz daha genişlik, derinlik katabilir miyim acaba diye uğraştım. Yani böyle bir şey yapabilmemizde, işte belgesel sinemanın da kapsadığı yelpazenin, şu son 15-20 senede çok genişlemiş olmasının da tabii faydası var. Eskiden olsa başka şeyler aranırdı. Yani o lafı nerede söylemiş, ne zaman söylemiş, şu olmuş, bu olmuşlar da aranabilirdi. Ama şimdi böyle biraz da bir öykü gibi bir tarafı var. Açıkçası, hani ben dahil, biz hâlâ çok kolay izleyemiyoruz. Yani öyle de bir durum var.
MB: Evet, o herkes için geçerli. Yani şeyi de hemen ekleyeyim ben, ikimiz de çok beğendik ve bir de demin dediğiniz gibi hem aslında çok cesaret verici bir yanı var, Hrant’ı dinlemenin ve o konuşma halinin, o dobralığın ve böyle kendinden, hani ne söylemek istediğinden çok emin ve çok güzel bir şekilde bunu paylaşıyor olması. Hani bir yandan hakikaten insana bir ümit veriyor ama bir yandan da tabii 15 sene önce ne olduğunu düşününce de çok acı veren bir tarafı da var. Yine de hani ikisi böyle sürekli gidip geldi bende. Bazı yerleri hakikaten izlemesi zor, hani 15 yıldır da nasıl geliştiğini görünce. Görüntülerde böyle bir serbest çağrışım… Bir kısmı daha eski görüntüler, bir kısmı daha karşılaştırmalı…
ÜK: Eskitilmiş bir kısmı.
MB: Evet, eskitilmiş genel olarak ama bir kısmı belli ki 90’larda çekilmiş görüntüler. Karşılaştırmalı bölümler var. Erivan, İstanbul falan, ekranın bölündüğü. O açıdan bizim de konuştuğumuz bir şey değil mi Yeşim? Yani belgeselin, hele Türkiye'de, genelde dediğiniz gibi böyle bir hayvan belgeseli ya da konuşan kafalara indirgeniyor olması… Ben şeyi de paylaşayım bu arada, öğrencilerimin affına sığınarak, geçtiğimiz hafta belgesel sinema dersinin finalini yaptım, ödev verdim ve dedim ki iki film seçip işte şu şekilde karşılaştırın. İki film dediğim için
kurmaca film seçen, işte Tarantino üzerine ödev yapan, bir dönemin sonunda hâlâ “Ama film dediniz, belgesel demediniz ki!” diyen öğrencilerim vardı. Benim için bayağı üzücü bir deneyim oldu. Çok çok iyi ödevler vardı bu arada. Hakikaten harika ödevler de okudum ama yani ben bu derste ‘Belgesel de filmdir’i bile anlatamadıysam acaba boşuna mı çabalıyorum…
ÜK: Ama bunda belgeselcilerin de kabahati çok var; tabii ki yani sonuçta bu ülkede bir yılda kaç uluslararası standartta belgesel sinema ürünü üretiliyor? Yani onu da hesaba katmak lazım. Var, çok güzel belgesel filmler var Türkiye'de yapılmış. Ve hakikaten dört başı mamur film çok. Onlar bir kere ortaya çıkamıyor. Yani insanlar onları belgesel diye karşısında göremiyor, çünkü “Nerede görecekler” değil. Yani şimdi herkes bugünkü duruma bağlıyor bir sürü şeyi de e canım bugünkü iktidar yapısı yokken de biz biliyoruz memleketi. Ben “Kızlar ve Kökler” filmini yaptım, benim ilk yaptığım filmlerden biri. İşte herkes çok etkileniyordu filan böyle kızların o hayat doluluğundan, şundan bundan. Arkadaşım, ahbabım aradı beni, “Çok güzel olmuş, eline sağlık” diye. Televizyon kanalının yöneticisi adam. Yani güzel olduysa al göster! Yok öyle bir şey.
YB: Melis’in de dediği gibi biz Sinefil’de belgesellere karşı biraz şeyiz, hani ciddi oranda pozitif ayrımcılık yapıyoruz. Yani belgesel severler olarak…
ÜK: Ya şöyle bir şey söyleyeyim, biz bir şey düzenledik bir festival. Sonra çeşitli imkansızlıklar nedeniyle düzenlenemez oldu. Ya orada, her sene dünyanın her yerinden birkaç yüz tane film geliyordu ve olağanüstü güzel şeyler oluyordu içlerinde. Yani ne bileyim, Çin'in kırsal alanında bir ailenin hikayesi gibi bir şey oluyor, çok güzel yapılmış. Sen onu büyük bir merakla izliyorsun, çünkü belgesel esas olarak insanlarla ilgili bir şey ve insanlar olarak insanlarla ilgili her şeyi merak ederiz. Böyle bir doğal eğilimimiz var yani. Bunun için güzel ve özendirici bir şeyler olması lazım karşımızda. O da yok, çünkü televizyon kanalları hiç yanaşmıyor. Şimdi ben düşünüyorum mesela benim yaptığım filmleri hangi televizyon kanalı, ne zaman gösterirdi? ‘Roboski'yi mi göstereceklerdi? Yani neyi, ‘16 Ton’u mu, neyi gösterecekler? Hiçbir şekilde göstermezler. Öyle bir şey yok Türkiye’de; öyle bir, nasıl diyeyim, hani gerçek yok yani. İnternet o açıdan bizim için çok iyi oldu. Orada da şöyle bir ayrım oldu; bir kısım arkadaşımız diyor ki “Ya bu kadar uğraşıyoruz didiniyoruz, üç kuruş, beş kuruş bir şeyler alıp bununla bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, ee sonra koy oraya, işte beş dakika seyredip kapatsın. Bilmem ne olsun ya da film oynarken gitsin tuvalete. Hani hiç değilse bir gelip bari oturup filmi izlesin izleyecek olan.” O da festival demek ya da işte özel gösterim demek. Zaten kaç tane yapabilirsiniz? Nerede yapabilirsiniz? Kaç kişi gelir, filan. Yok yani, belgesel yok sayılıyor. Özel sektör açısından da desteklenmesi çok riskli bir şey. Şimdi İstanbul konusunda belgesel yapacak, tamam da neyden bahsedeceksin sen? Şimdi benim iktidarla aramı bozar mı falan... Ve şunu ısrarla vurgulamak isterim, bunlar bu döneme özgü değil. Yani bu dönem her şey daha kötü ama kötüyken daha kötü. Hiçbir zaman bu konuda elverişli bir durum olmadı. Hep böyle şey oldu, üvey evlat. Festivallerde mesela belgesel kısımları var. Oraya konuk olarak falan birkaç kere gittik, filmlerimiz oynadı. Ya orada bile başka bir muamele görürsün böyle. “İşte bunlar da mecburen, hani ciddi gözükelim diye bunları da çağırıyoruz” falan gibi bir şey vardı. Hep böyledir yani. Bence yeterince yakındım, size soru şansı vereyim.
YB: ‘Hafıza Yetersiz’e dönmek istiyorum birazcık ama bir parantez de açıp aslında filmin içerisinde özellikle Agos'un kuruluş dönemini anlattığı röportajını dinlerken de şunu tekrar hatırlamadan edemedim; dinleyicilerimizin bir kısmı biliyor aslında ama Açık Radyo’yla Agos'un tarihçeleri birbirine çok yakın. Çok yakın zamanlarda kurulmuş iki yayın olarak, yayın kuruluşu olarak; 1996, 1997 yıllarında Açık Dergi programını hazırlarken -ben de editörlerinden biriydim o dönem- azınlık gazetelerine köşe verelim demiştik ilk kez ve ilk o zaman Hrant’ın kapısını çalıp “Biz Agos’u da istiyoruz. Yani işiniz çok, çok koşuşturuyorsunuz ama bize haftada bir 10-15 dakikalık bir köşe yapar mısınız?” dediğimizde “Tabii ki, seve seve” diyerek koşmasıyla Agos’u Açık Radyo'da ilk o zaman dinlemeye başlamıştık. Şimdi artık Radyo Agos’a dönüştü, evet, hafta sonu bir saat keyifle dinliyoruz ama onun da hayatta olduğu, bizimle birlikte olduğu zamandan bir Açık Radyo’cu olduğunun tekrar burada altını çizmek istiyorum. Ve o yüzden ‘Hafıza Yetersiz’de sesini dinlemek, görüntüsünü görmek izlerken ikimizi de çok etkiledi. Çünkü bir de biz radyoda sese çok aşinayız, sürekli ses dinlemekten, bir takım çağrışımlar gözümüzün önüne geliyor zaten. Siz belgeseli kurgularken, yani kafanızda oluştururken de belli ki benzer bir yerden yola çıktınız ama sonuçta o anlatıyı oluştururken tercih ettiğiniz, dikkat ettiğiniz belli şeyler oldu mu onun konuşmalarıyla, yoksa görüntüleri çeşitli filtrelerle manipüle etmeden daha serbestçe akışa mı bıraktınız?
ÜK: Yok, şöyle, tabii ki bu böyle bir şeyde içeriğin onun sözlerinin üzerine kurulması lazımdı. Onların da bir yerden bir yere gitmesi… Ben ona çok önem veriyorum belgeselde. Yani hikaye olmayacak, eyvallah, ama gene bir şeyler bir yerden bir yere giderse insanlar onu daha zevkle izlerler, daha dikkatle izlerler. Hrant'ta da zaten bir hikaye var açıkçası ortada. Yani buradaki esas amaç şuydu; ya bu adam ne diyordu kardeşim? Neydi yani? “Tamam, Hrant diyorsunuz da hani neydi yani bu?” diyen birine cevap vermekti ve tabii bunun kalmasıydı. Dün akşam Arat çok güzel bir şey söyledi, bana teşekkür etti. Şu nedenle teşekkür etti; kendi çocuklarını, yani Hrant’ın torunlarını arkeolojik kazı yapmaktan kurtardığımı söyledi ve hani “Neydi babam, işte buradan çok iyi anlayacaklar şimdi” dedi. Yani aslında muradımız oydu. Yani bu adam ne diyordu ya? Neydi yani? Özelliği neydi bu adamın? Tamam, gazete çıkardı işte, Ermeniydi, şuydu buydu, solcuydu ama başka bir şey var ortada. Bu adam ünik, biricik bir pozisyonu temsil ediyor. Bu çok önemli bir şey. “Ben Türkiyeliyim kardeşim, ben bundan vazgeçmem, burası benim memleketim ve ben buradaki insanlarını beraber yaşamak istiyorum, Türklerle. Bu da ayrıca bir Ermeni'ye iyi gelen bir şey. Çünkü nefretle yaşamıyorsun, kendini de tedavi ediyorsun. Çünkü şunu görüyorsun; iyi insan da var kötü insan da var. Başka türlü bakmaya başlıyorsun. "Ama ben atalarıma yapılan işin de adını koymadan, işte onun hesabını sormadan, bundan da vazgeçmem. Evet, bir soykırıma uğradık, biz bu ülkede yaşıyorduk, bizi öldürdüler, sürdüler, malımızı, mülkümüzü gasp ettiler, bütün bunlar oldu. Tamam, peki şimdi ne yapacağız? Şimdi biz bunun nefretiyle yaşayamayız, başka bir yol bulmamız lazım. Bunu anmadan, zikretmeden, işte hatırasını yaşatmadan yaşayamayız. Bu çok ayıp bir şey olur, vicdansızlık, saygısızlık, şahsiyetsizlik olur. Ama bugün de yaşamamız lazım ve bizim Türklerle beraber yaşamamız bu konuda bizim için aslında bir şans olabilir.”
Ama tabii bu aynı zamanda bir çağrı. Karşı taraf da buna göre bir şey yapınca bu ancak olacak. Biz, yani Türkler tarafını düşünürsek bu çağrıya nasıl cevap verdik? Adamı öldürerek. Bu kadar basit aslında. Konu bu yani. Çünkü biz bu konuyu konuşmak istemiyoruz ve işin en ilginç tarafı, Türkiye'de kendini radikal muhalif gören kesimler için bu konu yok. Hiç anılmıyor bile. “1950’lerde Amerika burada kontrgerilla kurmuş, işte ondan sonra bilmem ne olmuş” falan diye başlanıyor lafa. Halbuki bu ülke nasıl kuruldu diye bir mesele var ortada. Bugünkü hayatı belirleyen temel meselelerden biri bu. Ve aslında Hrant bir çıkış yolu gösteriyordu. Mesela Ermenistan'daki, diasporadaki daha uzlaşmaz kesimler Hrant'ı hiç sevmediler, benimsemediler. Çünkü böyle bir çizgi onların da varlıklarını sallantıya sokacaktı. Onu şöyle bir pozisyona itmeye çalıştılar “Ha bu işte inkar ediyor her şeyi. İşte ne pahasına olursa olsun barışalım diyor” falana getirdiler. Hayır. Mesela filmde o çok iyi ortaya çıktı, bu dediğim pozisyon. Çünkü Hrant bunu çok güzel anlatmış. Yani o bıçağın sırtı meselesi. Bir de o işte siyah-beyaz olsun… Bir sorun olmayacak. Bizde zaten öyledir devlet. Bakın mesela Kürtlerin de işi barışçıl, demokratik yoldan halletmek isteyenlerini içeri atıyoruz. Siyaset yaptırtmıyoruz ki öbür taraf kalsın sadece ortada. O zaman sorun olmuyor devlet için. Yani, vallahi işte bunları diyeceğim. Umuyorum filmin esas amacının ne olduğunu anlatabildim sanırım.
MB: Evet, biz epey bir bahsettik filmden ama nereden izleyebilir dinleyicilerimiz, oraya da bir gelelim. Çarşamba günü gösterimi yapıldı dedik. Şimdi internete yükleniyor sanırım değil mi? Artık tüm dinleyicilerimiz de izleyebilir.
ÜK: Tabii ki, evet. Ben Twitter'dan her şeyi duyuruyorum zaten. Benim Twitter duyurularımdan insanlar paylaşabilir, linkler filan da oralarda olacak. Hrant Dink Vakfı'nın sitesinde film var zaten. Ben de işte yüklüyorum. Hani bugün yarın açmış olurum. Hem Vimeo kanalımda hem YouTube kanalımda İngilizce altyazılı ve Türkçe, altyazısız olmak üzere iki versiyonu olacak. Onun dışında buradan da duyuralım; belki yurtdışından filan izlemek, izletmek, gösterim düzenlemek filan isteyenler olabilir, filmin Almanca, Fransızca, Ermenice ve Arapça altyazılı versiyonları yapılıyor. Yani Fransızcası çevrildi, Almancası çevrildi, Ermenice'si şimdi yapılıyor. Arapça'nın durumunu bilmiyorum, ama o da herhalde çevrilmiş olmalı. Onları Vakıf’ta yapıyorlar. İngilizcesini ben yaptım önceki geceki gösterime hazır olsun diye. Onlar işte bu şekilde internette olacak. Dediğim öbür diller benim kanallarda olmayacak, ama hani bir şekilde izlemek isteyen olursa onları izlemeleri filan sağlanabilir.
YB: Evet, araya girerek şeyi de söylemek istiyorum; bir yönetmen olarak Ümit Kıvanç’ın bugüne kadar yapmış olduğu bütün filmler zaten izleyicilerle açık. Vimeo kanalından da paylaşıyor. Yıllardır biz de oralardan takip ediyoruz. Sinemalarda izleyebildiğimiz nadir gösterimler dışında tekrar dönüp izlemek istediğimizde, arkadaşlarımıza, eşimize, dostumuza izletmek istediğimizi bütün filmografisine de ulaşabiliyorsunuz bir taraftan. Onun için de ayrıca teşekkür ederiz.
ÜK: Rica ederim. Vimeo’da her şey var. YouTube kanalımda hepsi yok.
YB: Evet, var hepsi.
ÜK: Hemen hemen hepsi var. Bir iki şey yok sadece, özel sebeplerle. Onun dışında hepsi var.
YB: Evet, yani biz sizi önce yazar olarak tanıdık, sonra yönetmen olarak karşımıza çıktınız ve gittikçe yönetmenliğe daha fazla ağırlık verdiniz. Sırada yeni bir proje var mı?
ÜK: Şu anda yok. Şu anda haftada iki yazı yazmak zorundayım. Şu andaki işim o. P24’e ve Duvar’a yazıyorum. Bunun için de sürekli haber takip etmek durumundayım. Bu beni çok fena dağıtıyor. Yani bunu arada iyi yapıp çıkarabildim açıkçası. Çok fena dağıtıyor, yani oturup bir projeye yoğunlaşıp filan böyle bir şey yapma şansım olmuyor doğrusunu isterseniz. Yani var böyle kafamda bir şeyler, hani “Şöyle yapsam ne güzel olur” falan dediğim ama hani temenniden öteye gitmediği için henüz öyle bir şey diyemiyorum. Tabii ben aslında kısa film çekmeyi çok isterim. ‘Ah, Asuman!’ı geçenlerde çıkarmıştım. Yani öyle şeyler çekmeyi çok isterim, ama çok çok zor Türkiye'de. Hiçbir karşılığı yok, e büyük bir paralar lazım. Hani şeyden geçtim, içerik şu, bu sanatsal durum filan, ondan geçti. Yani pratik bakımdan da çok zor. İşte bilmiyorum yani. Bu belgesel… Yani ne diyeyim, sanat, sanatla karışık belgesel sinema falan gibi bir hat aslında bana belki de daha uygun.
MB: Evet, elinize sağlık. Demin de dediğiniz gibi “Hafıza Yetersiz”, Hrant Dink Vakfı’nın web sitesinde ve Ümit Kıvanç'ın YouTube ve Vimeo sayfalarında da olacak. Umarız çok da uzun vaktinizi almaz bir sonraki projeye kadar. Onunla da tekrar konuk ederiz biz.
ÜK: Belki şeyi de araya sıkıştırayım; bu filmin adının ortaya çıkış konusu biraz ilginç bir konu. Filmde bir ara böyle Hrant’ı masasında gazete okurken gördüğümüz bir sekans var. Şöyle bir gazeteyi karıştırıyor, o arada da arkasında eski Macintosh, dikey ekran var açık. Bir ara o ekrana böyle hafifçe yaklaşıyoruz ama tam da okuyamıyoruz, çünkü görüntü daha tam da düzelemedi yani. Orada ekranda bir tane alert var, uyarı var ve orada diyor ki “Memory too low for Word” yani bilgisayarın aslında Word programını açamadığını bildiriyor. Ama ben onu “for words” gibi okudum. Ve işte bu aslında Hrant’la ilgili söylememiz gereken laf diye düşündüm. Yani onun sözlerini alabilmemiz için bizde de bir hafızanın olması gerekiyor. Aslında şu anda bunları söylerken de bu Random Access Memory ya RAM, geçici hafıza, o bize kalıcı bellekten belki daha uygun bir şey. O da aklıma geldi. Neyse uzatmayayım. Bunu da bir hoşluk olsun diye araya katayım dedim.
YB: Ben yakaladım bu arada filmi izlerken, evet.
ÜK: İşte aslında bunu umuyordum, çok sevindim. Hani çünkü bunu yakalayan yakalayacak ve yakalarsa da çok zevk alacak diye düşündüm. İyi bari, demek ki o yakalanabiliyormuş, güzel.
YB: Evet, o zaman hem kişisel hem de toplumsal belleğimizde daha çok yerlerin açıldığı ve Hrant’ın anısını sonsuza kadar yaşatacak yerleri, alanı açtığınız bu film de önemli bir lokomotif oldu. Özellikle gelecek nesillere…
ÜK: Yani inşallah. İnternete koymanın bir de şöyle bir tarafı var; artık kimse yok edemez. Ne yaparlarsa yapsınlar, kimse yok edemez. Bir kere orada gözüktükten sonra artık kimse yok edemez.
YB: Emeğinize sağlık.
ÜK: Teşekkür ederim. Kolay gelsin. İyi yayınlar.